Banner

MEVZUAT
AVUKATLIK HUKUKU
MAKALELER
HUKUK HABERLERİ
FAYDALI BİLGİLER
İÇTİHATLAR
DİLEKÇE-FORM
ADLİ REHBER
İNSAN HAKLARI
HUKUK SÖZLÜĞÜ
DAVA TÜRLERİ
HUKUKİ BELGELER
 
Reklam Alanı

Host - Sponsor





   Günümüzde Fikri Mülkiyet Hakları ve Azgelişmiş Ülkeler

Günümüzde Fikri Mülkiyet Hakları ve Azgelişmiş Ülkeler
Mehmet Yüksel*



Giriş
Bu çalışmada fikri mülkiyet hakları geniş anlamda kullanılmaktadır. Bu anlamıyla; sadece bilimsel ve edebi eserler, müzik, sinema ve güzel sanat eserleri ile bilgisayar programları üzerindeki telif haklarını değil, aynı zamanda patentler, markalar, faydalı modeller, endüstriyel tasarımlar, coğrafi işaretler, ticarî sırlar ve entegre devre topografyaları üzerindeki endüstriyel mülkiyet haklarını içermektedir.

1980?li yıllara gelinceye değin, uluslararası ticaret denilince, bundan asıl olarak mal ticareti anlaşılmıştır. Nitekim, II. Dünya Savaşı?ndan sonra 1947 yılında temelleri atılan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Antlaşması (GATT)? nın ilgi alanını, esas olarak malların ticareti oluşturmuştur. GATT?ın amacı, dünya ticaretini serbestleştirmek, uluslararası ticarete sınırlar getiren gümrük tarifelerini indirmek ve tarife dışı engelleri ortadan kaldırmaktı. Bu dönemde, gelişmiş ülkeler sanayi toplumu aşamasını temsil etmekteydiler ve uluslararası ticaretlerinde endüstriyel ürünler ağırlıklı bir yer tutmaktaydı. Endüstrileşmiş Batı toplumlarının karşısında ise, ekonomileri tarıma dayalı, geleneksel yapıdan modern toplum yapısına geçmeye çalışan, uluslararası ticaret alanında hammadde ihracatçısı konumunda bulunan Üçüncü Dünya Ülkeleri yer almaktaydı. Bu ülkeler arasındaki temel tartışma noktalarından birini, malların ticareti oluşturmaktaydı.

Yukarıda özetlenen tablo, zaman içinde büyük ölçüde değişmiş ve sanayi toplumundan bilgi ya da bilişim toplumuna geçilmekte olduğu ileri sürülmektedir. Bu değişimde; özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerinde meydana gelen hızlı ve kapsamlı gelişmelerin belirleyici bir niteliğe sahip olduğu vurgulanmaktadır. Bu gelişmeler, bir yandan yenilikçi ve yaratıcı çabaları destekleyici etkiler yaratırken, diğer yandan bu çabalar sonucunda ortaya konan ürünlerin ve eserlerin yasal olmayan şekillerde kopyalanmasını, çoğaltılmasını, sahte ve taklit üretimini kolaylaştırmaktadır.

Bu çerçevede; fikri mülkiyet hakları, uluslararası ticarette ve dünya ekonomisinde öne çıkmaya ve gelişmiş ülkeler ile azgelişmiş ülkeler arasındaki esas tartışma konularından birini oluşturmaya başlamıştır. Çünkü bu dönemde; değerleri milyarlarca dolarla ifade edilen patentler, markalar, endüstriyel tasarımlar, bilgisayar yazılımları, filmler, müzik eserleri, bilimsel ve edebî eserler, herhangi bir izin alınmaksızın, hiçbir telif ya da lisans bedeli ödenmeksizin, kopyalanmakta, kullanılmakta ve korsan şekilde üretilmektedir.

Küresel ölçekteki sahtecilik ve korsan yayıncılık karşısında, ekonomik yönden ciddi kayıplara uğradıklarını düşünen zengin Kuzey ülkeleri, yeterli bir fikri mülkiyet korumasından yoksun olan Güney?in yoksul ülkeleri üzerindeki dolaylı ve dolaysız baskılarını yoğunlaştırmaktadırlar. Bu çerçevede Kuzey-Güney kutuplaşması olanca ağırlığıyla uluslararası alandaki yerini almış ve halen de en canlı tartışma alanlarından biri olmaya devam etmektedir.

Bu çalışmada; İlk olarak, ekonomik gelişme sürecinde fikri mülkiyetin rolü üzerinde durulacak, ardından fikri mülkiyet haklarının niteliği, kapsamı ve korunması bakımından gelişmiş ülkeler ile azgelişmiş ülkeler arasındaki görüş ayrılıklarına değinilecek, son olarak Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü?nden Dünya Ticaret Örgütü?ne doğru gelişen sürecin ne anlama geldiği tartışılacaktır.

Ekonomik Gelişme Sürecinde Fikri Mülkiyetin Yeri
Ekonomik gelişme, ülkelerin kendi vatandaşlarının refah düzeyini yükseltmeye ve uluslararası alanda ağırlıklarını artırmaya çalıştıkları karmaşık bir süreçtir. Konuya ilişkin bilimsel çalışmalarda, teknolojik gelişme, ekonomik kalkınma sürecinin motoru olarak değerlendirilmektedir. Ekonomik büyüme, bir ülkenin, nüfus artış hızından daha yüksek bir üretim artışını gerçekleştirmesi anlamına gelmektedir. Böyle bir üretim artışını sağlamak verimliliğin yükseltilmesini, verimliliği yükseltebilmek ise teknolojik yenilikleri gerektirir. Ancak bu sayede bir ülke, sahip olduğu mevcut kaynaklardan daha fazla mal ve hizmet üreterek yaşam düzeyini ve kalitesini yükseltebilir. Ekonomik gelişmenin temel öğelerinden biri olarak görülen teknolojik yenilikler ve icatlar, birdenbire ortaya çıkmazlar. İlgili kimselerin tek başlarına veya takım olarak gösterdikleri sürekli çabaların sonucu olarak meydana gelirler (Rapp ve Rozek, 1990: 75). Drucker, çağdaş ekonomi teorisinde teknolojiye ve yenilikçiliğe yeterince yer verilmediğini; oysa, girişimciliğin, icatların ve yeni buluşların ekonomiyi çok kısa bir sürede tamamen değiştirdiğini ileri sürmektedir. Ona göre daha iyi olanı elde etmek için, eskiyi, modası geçeni ve verimi düşük olanı terk ederek, geçmişin başarısızlıklarından ve yanılgılarından ders almak gerekmektedir (2000: 363-64).

Kişilerin, yeni ürünler yaratmak veya mevcut üretim usullerini değiştirmek yönünde çalışmalarını teşvik etmek ve desteklemek bakımından fikri mülkiyet hakları önemli bir yere sahiptir. Yenilik yapanlara ve mucitlere, yarattıkları yeni ürünler veya üretim usulleri üzerinde hak tanınmadığı zaman, onları yenilik yapmaya sevkeden güdüler zayıflayabilecek ve bundan genel olarak tüm toplum zarar görecektir. Bu kimselere, uygun ölçülerde mülkiyet hakkı tanınması ve bu hakkın yeterli düzeyde korunması, ekonomik gelişmeyi destekleyen yeniliklerin ve verimliğin artması sonucunu doğuracaktır.

Akademik çalışmalar, ekonomik gelişme ile etkin bir mülkiyet hakları düzeni tesis etme arasında yakın bir bağlantı olduğu hususuna dikkat çekmektedirler. İktisat tarihçileri, Batı Avrupa?nın gelişmesinde ve ABD ekonomisinin büyümesinde böyle bir ilişkinin varolduğunu belirtmektedirler. İktisatçılara göre, mülkiyet hakları, bireysel ekonomik davranış üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir. Çünkü kolektif ekonomik faaliyetler, sonuçta bireysel davranışların bir araya gelmesinin veya toplanmasının bir sonucu olarak ortaya çıkarlar. Mülkiyet hakları tarafından yaratılan güdüler, ekonomik sistemlerin gerek performansı, gerekse sistem içindeki gelirin ve zenginliğin dağılımı üzerinde eş derecede etkilidir. Pazar ekonomilerinde; üretici ve yaratıcı etkinliklerde bulunanlar, mevcut kurumsal ve yasal düzenlemelerin, kendilerini yaratmış oldukları değerlerden yoksun bırakmamasını beklerler. Yaratıcı faaliyetlerin sonuçları, yeterli düzeyde onu yaratanlara dönmediği takdirde, bu tür etkinlikte bulunma yönündeki motivasyon azalacak veya tümüyle yok olacaktır. Bireyler emeklerini, sermayelerini ve zamanlarını üretici etkinliklere yöneltmekten uzaklaşacaklardır. Sonuçta verimlilik ve üretkenlik düşecektir. İktisatçılar buna örnek olarak, mülkiyet ilişkileri bakımından hukuksal çerçevesi yeterince oluşturulmamış, ortak kullanıma konu olarak bırakılan okyanus balık havzalarının ve petrol sahalarının, aşırı üretim yoluyla nasıl kaynak israfına ve tükenmesine maruz kaldıklarına dikkat çekmektedirler. Aynı şekilde ortak kullanıma açık hava ve su sahalarındaki aşırı kirlenmeyi de örnek olarak zikretmektedirler (Rapp ve Rozek, 1999: 77).

Bir ülkenin genişlemesi ve dinanizmi bakımından teknolojinin stratejik bir role sahip olduğunu belirten Patel, teknoloji politikalarını, stratejilerini ve planlarını şekillendirmede merkezi rol oynayan üç önemli faktörü şöyle açıklamaktadır (1993: 212-14);

Birinci olarak, bilim ve teknoloji arasındaki bağın anlaşılması gerekir. Bu iki değişken, genel olarak, hem kavramsal hem de kurumsal düzeyde birlikte ele alınmaktadır. Bundan dolayı da aralarındaki farklılığın önemi, tümüyle bulanık kalmaktadır. Oysa bu farklılıklar yaşamsal önemde olup, her bir alanın etkin gelişimi bakımından farklı politikalar üretmek gerekmektedir.

Bilim, evrensel niteliğe sahip bir etkinlik olup, bilinmeyeni, anlaşılmamış ve açıklanmamış olanı, tanımaya, anlamaya ve açıklamaya yönelik insan zihninin bitmez tükenmez çabasının sonucu olarak ortaya çıkar. Bilim, kamuya açık, insanlığın ortak mirası içinde yer alan bir etkinliktir. Bilimin yapmış olduğu keşifler sır olarak kalmayıp kamuya mal olur. Üstelik bunları gizlemekten sağlanacak ticari bir kazanç ve fikri mülkiyet hakkı da yoktur. Bilimsel çalışmalar, oldukça uzun vadeli faaliyetlerdir. Üstelik bunların ortaya koyduğu bulgular kesin olmadığı gibi, doğrudan planlama yapmaya ve uygulamaya da değildir.

Oysa teknoloji bilime kesin bir zıtlık sergiler. Teknoloji spesifik bir ürün ve süreçtir. Uzaydan yeryüzüne taş-toprak taşımaktan fotoğraf çekmeye varıncaya dek her eylem, teknoloji girdisine ihtiyaç duyar. Teknoloji kamuya açık bir etkinlik alanı değildir. İster verimliliği artıran, isterse yaşam kalitesini yükselten bir teknolojik yenilik olsun, hiç farketmez, hepsi sır olarak saklanmaya çalışılır. Ekonomik ve ticari avantajlarını pazarda sergiler. Bilimde farklı olarak teknoloji, kısa ve orta vadeli planlamaya da elverişlidir. Bundan dolayı teknoloji, önceden tasarlamanın ve planlamanın bir konusu haline getirilebilir. Oysa bilimin gelişmesi için herhangi bir plan yapılmaz. Bilimsel çalışmalar; araştırma ve geliştirme kolaylıklarına, bilimsel zihniyete, düşünce ve deneyim sonuçlarının özgür ve eleştirel bir değiş tokuşuna ihtiyaç duyarlar. Başka bir yerde veya ülkede gerçekleştirilen teknolojik yenlikler; satın alma, ödünç alma, borçlanma, çalma; bir şekilde öğrenme ve hatta ödül alarak sağlanan teknoloji bağışı yoluyla üretim sürecine dahil edilebilirler.

İkinci faktör, bizatihi teknolojinin tekliği veya biricikliği ile teknolojiye sahip olanların onu, ona ihtiyaç duyanlara empoze etme gücüyle ilgilidir. Batı?da 1850?den beri geçen 140 yıl içinde, teknolojide yaşanan patlayıcı gelişmeler, kişi başına verimlilikte 12 ile 15 kat arasında artışa yol açmıştır. Bu, uygarlık tarihinde daha önceki 5000 - 6000 yıl boyunca sağlanan 2-3 misli artıştan çok çok büyüktür. Tarihi süreçte, kendi sosyal ve ekonomik kalkınmaları için teknolojiye ihtiyaç duyanların yararlanabileceği bir birikim ortaya çıkmıştır. Herhangi bir ilave olmaksızın bile, söz konusu teknolojik birikim, dünyanın yaşamakta olduğu ciddi sorunların birçoğunu çözebilir. Teknolojinin daha önceki dönemlere göre benzersiz gelişimi, onun yayılmasını ve değiş tokuşunu oldukça elverişli bir hale getirmiştir. Başka deyişle teknoloji, ulusal sınırları açarak transfer edilebilmektedir. Bir kez transfer edildikten sonra, hem onun ilk sahibi, hem de yeni kullanımcısı veya sahibi ondan yararlanabilmektedir. Teknoloji bir kez elde edildikten sonra, diğer mallar gibi kullanılmakla bitmemekte, uzun süre varlığını sürdürebilmektedir.

Bununla beraber, teknolojiye sahip olanların, fikir mülkiyet hakları sayesinde teknolojiye ihtiyaç duyanlar üzerine koydukları katı sınırlandırmaları da gözden kaçırmamak gerekir. Fikri mülkiyet hakları, teknolojiye sahip olanlara, teknolojinin satım fiyatını, transfer şartlarını ve kullanım hükümlerini belirleme gücü vermektedir. Böylesi değerler üzerinde mülkiyet hakkı tanınması, taşınır ve taşınmaz mallar üzerinde tanınan mülkiyet hakkına göre oldukça yeni bir olgudur. Ancak teknolojik yenilikler ve icatlar üzerinde sahiplik yetkisi veren fikri mülkiyet hakları, beraberlerinde getirdikleri sınırlamalarla özel bir ilgiyi haketmektedirler. Teknoloji aktarımına ilişkin bütün düzenlemeler ve sözleşmeler, yapılarında birçok sınırlandırıcı veya yasaklayıcı koşulu taşımaktadır. Üstelik teknoloji tek başına transfer de edilmemektedir. Sermaye mallarını, finansmanı, teknik becerileri, ara ürünleri, fabrika inşaasını ve yönetimini, üretilen malların pazarlanmasını da kapsayan daha büyük paketin bir parçasını oluşturmaktadır. Ayrıca, personel kullanımı, adaptasyonlar, ihracat, alternatif teknoloji kaynaklarının araştırılması, üretilen mal ve hizmetlerin kamuya açılması, ithal edilen teknolojinin yayılması, sözleşme süresi sona erdikten sonra teknolojinin kullanım şekli, mal ve hizmetlerin miktarı, kalitesi ve satışı gibi birçok hususa ilişkin kayıt ve koşulları da birlikte getirmektedir. Fikri Mülkiyet Hakları dolayısıyla getirilen bu tür sınırlamalar, azgelişmiş ülkelerin ihtiyaç duydukları teknolojiyi uygun zaman ve şartlarda, adil hükümler çerçevesinde elde etmelerini zorlaştırmaktadır. Bu ülkeler, doğrudan ya da dolaylı, açık veya gizli ağır maliyetlere katlanmak durumunda kalarak, teknolojik sıçrama yapma olanağından alıkonmaktadırlar.

Üçüncü faktör, teknoloji politikalarını belirlemede önemli bir rol oynayan zaman döngüsüdür. Zaman döngüsü, teknoloji hakkındaki kararların temel bileşenlerinden birisini oluşturur. O tıpkı güzellik veya ruh gibi görünmez olup, sermaye mallarında ve insanlarda gömülü olarak mevcuttur. Sermaye mallarının ve insan becerilerinin gelişmesi, bir çeyrek yüzyıl veya daha fazla bir zaman döngüsüne ihtiyaç duyar. Bu sevimsiz gerçekliği ya da sınırlandırmayı aşma; kritik öneme sahip birçok sektör arasında karşılıklı bağlantı kurmayı, uygun teknolojik stratejileri oluşturmaya dönük uzun vadeli perspektiflere sahip olmayı gerektirir. Ad hoc, kısa vadeli, sık sık değişen politikalar ve politik rüzgarlara bağlı zikzaklar, sürekli bir gelişme olanağını zayıflatırlar.

Sonuç olarak denebilir ki, bilim insanlığın ortak mirasıdır. Teknoloji ise, doğrudan bilimsel gelişmelere dayalı olmasına rağmen, özel mülkiyet konusu olarak muhafaza edilir. Bu niteliğinden dolayı da, daha geç dönemde kalkınma çabasına girişen ulusların hızlandırılmış dönüşümüne yardım etmekten bilimi önler. Telif eserlerden icatlara, markalara, endüstriyel tasarımlara, faydalı modellere, bilgisayar programlarına ve entegre devre topografyalarına kadar geniş bir alanı kapsamına alan fikri mülkiyet hakları, azgelişmiş ülkelerin ihtiyaç duydukları teknolojiye ve enformasyona ulaşmaları üzerinde oldukça önemli stratejik bir rol oynamakta ve bunu zorlaştırmaktadır. Örneğin, patent sistemi, herhangi bir ürünün yaratıcısına 20 yıllık bir süreyle tekel niteliğinde bir imtiyaz hakkı vererek, başkalarını böyle bir icadı üretmekten, taklit etmekten, kullanmaktan ve satmaktan menetmektedir. Bu ise, patent sahiplerine tanınan özel imtiyazlar ile ulusal ve kamusal çıkarlar arasındaki ilişkiyi tartışmayı gerektirmektedir.

Gelişmiş ve Azgelişmiş Ülkelerin Fikri Mülkiyet Korumasına Yaklaşımları
Fikri mülkiyet, sanayileşmiş ülkelerin ekonomik gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Azgelişmiş ülkeler de, kendi ekonomik kalkınma çabalarında, yabancı yaratıcıların ve eser sahiplerinin ürünlerinden yararlanmaktadırlar. Bu ülkeler, genel olarak, bizzat kendi eser sahipleri ve mucitleri tarafından yaratılan ve uluslararası düzeyde pazarlanabilen güçlü bir fikri mülkiyet tabanına sahip olmadıklarından, kendi endüstriyel kapasitelerini geliştirmek için diğer ülkelerin fikri mülkiyetlerini sık sık kullanmaktadırlar (Long, 1997: 60-1). İşte bundan dolayı da fikri mülkiyet korumasının getireceği yararlar ve maliyetler konusunda azgelişmiş ülkeler ile gelişmiş ülkeler arasında ciddi görüş ayrılıkları ortaya çıkmaktadır. Benzer görüş ayrılıkları, konuyla ilgili tartışmalar içinde yer alan akademik çerçevelerde de gözlenebilmektedir. Günümüzde, uluslararası ticaret ve teknoloji transferinin değişen kalıpları, fikri mülkiyet koruması açısından azgelişmiş ülkeler ile gelişmiş dünya arasındaki görüş ayrılıklarını net bir şekilde ortaya çıkarmaktadır. Bir yandan yenilik ya da icat yapmaya yönelik araştırma ve geliştirme çalışmalarının maliyeti giderek yükselirken, diğer yandan fotokopi makinesi, kaset ve CD kopyalayıcısı gibi yeni teknik aygıtlar sayesinde taklit ve korsan yeniden üretim faaliyetleri kolaylaşıp ucuzlamaktadır. Bu gelişmeler, azgelişmiş ve gelişmiş ülkeleri fikri mülkiyet koruması konusunda farklı tutumlar almaya sevketmektedir.

Rap ve Rozek?e (1990) göre, tarih boyunca, yaratıcı çabaları motive etmek bakımından en başarılı olan kurumsal çerçeve, bünyesinde fikri mülkiyet haklarına yer veren ve bu hakları koruma altına alan kurumsal çerçeve olmuştur. Çünkü, böyle bir çerçeve içinde yer alan fikri mülkiyet hakları, ülkelerin teknoloji çekmesine ve bu teknolojiyi bütün ulusal ekonomiye yayarak endüstrilerini geliştirmelerine yardım eder. Fikri mülkiyet koruması, yaratıcı kimseleri veya mucitleri, emeklerini, zamanlarını ve sermayelerini, kısacası tüm kaynaklarını, yenilikçi etkinliklere yöneltecek motivasyonu sağlayarak bunu başarır. Fikri mülkiyet koruması sayesinde, yenilik yapanlar, yaratıcı çabalarının semeresini alarak bu yönde etkinlikte bulunmaya devam ederler. Aksi halde; yeni ürünler geliştirme veya mevcut üretim yöntem ve süreçlerini değiştirme yönündeki motivasyonları giderek zayıflar.

Fikri mülkiyet hakları korumasının, genel olarak, yenilikçi çabaları motive etmesine ek olarak, özellikle icat yapanlara verilen patentler, teknoloji transferini kolaylaştırma ve hızlandırma işlevi görürler. Aslında bir ülkenin ekonomik gelişmesi bakımından teknolojinin rolü üzerinde uzun uzadıya durmak gereksizdir. Gerek ulusal kalkınma çabaları, gerekse uluslararası ekonomik ve ticari etkinlikler bakımından teknolojinin taşımakta olduğu önem, ilgili literatürde geniş ölçüde kabul gören bir husustur. Kabiraj?a (1994: 2990) göre, son 30-40 yıldır dünya ekonomisinde yaşanan büyük değişim ve uluslararası ticarette gözlenen hızlı artış, teknoloji faktörünün rolü dikkate alınmaksızın, sadece geleneksel kaynaklara dayandırılan karşılaştırmalı üstünlükler teorisiyle açıklanamaz.

Teknoloji transfer çabaları; patent hakkı tanımak yanında, teknoloji lisansları almayı, teknik yayınları izlemeyi, yenilik yapan kişi ve kuruluşlarla toplantılar yapmayı, araştırma ve geliştirme çalışmaları gibi etkinlikleri içerir. Patentler, markalar, telif hakları, ticari sırlar ve endüstriyel tasarımlar hakkındaki fikri mülkiyet düzenlemeleri, teknoloji transferine yönelik çabaların temelini oluşturur. Bu düzenlemeler; birinci olarak, bağımsız araştırma ve geliştirme çalışmalarını teşvik eder. İkinci olarak, fikri mülkiyet hakları arasında yer alan patentler ve markalar, lisans görüşmelerini kolaylaştırır. Teknik bilgi tamamen kamuya açık, serbest akan bir şey olmayıp, uygun bir güven ortamına ihtiyaç duyar. Her patent, bünyesinde bir yenlik tasvirini barındırarak, teknik bilginin etkin taşıyıcısı olarak işlev görür. Aynı şekilde, markalar da, ürünlerin kalitesine ve diğer özelliklerine ilişkin bilginin aktarılması bakımından etkin bir araç olarak hizmet eder. Üçüncü olarak, patentler, sahiplerine tekel niteliğinde bir hak sağlayarak, yeniliklerin kamuya açılmasına katkıda bulunur. Patentlerin yokluğu halinde, yenilik yapan firmalar veya kimsiler, geliştirdikleri yeni ürünleri veya üretim formüllerini açıklamak istemezler (Rapp ve Rozek, 1990: 84-5).

Günümüzde; kalkınma çabasındaki azgelişmiş ülkelerin fikri mülkiyet kapsamındaki bilgi, usul, ürün ve eserlere olan ihtiyacı, teknolojik gelişmelerin ağırlıklı bir yere sahip olduğu dünya ekonomisinde şiddetli bir şekilde artmaktadır. Yeni teknolojiler, yapılarında önemli ölçülerde fikri mülkiyet öğesi taşımaktadırlar. Söz konusu teknolojileri yaratan ülkeler, fikri mülkiyet korumasının kapsamını genişletmek ve etkin şekilde uygulanması konusunda ciddi çabalar harcamaktadırlar. Gelişen ülkeler ise, uluslararası düzeyde fikri mülkiyet koruması hususunda gelişmiş ülkelerce sürdürülen faaliyetleri, gerek ulusal kalkınma çabaları, gerekse dünya ekonomisinde rol sahibi olma yönündeki etkinlikleri bakımından açık bir meydan okuma olarak değerlendirmektedirler. Bu ülkeler, fikri mülkiyet konusu ürün ve eserlerin insanlığın ortak kültürel mirası olduğu argümanından hareketle, bunlara erişmenin tamamen serbest olması gerektiğini savunmaktadırlar. Çünkü, azgelişmiş ülkeler, üretim faktörleri, nüfus artışı ve uluslararası rekabet bakımından elverişsiz bir konumdadırlar. Bundan dolayı da, modern teknolojilerden kolay ve ucuz bir şekilde yararlanmayı, kalkınma sorununun çözümünde etkin ve kolay bir yol olarak görmektedirler. Yetişmiş işgücü, fiziksel olanaklar, modern üretim teknolojisi ve diğer şartlar bakımından elverişsiz durumda olan bu ülkelerin, sadece kendi imkan ve çabalarıyla gelişmeleri mümkün görünmemektedir. Ancak ihtiyaç duydukları bilgi, teknoloji ve tecrübe ise büyük ölçüde gelişmiş ülkelerin elinde bulunmaktadır (Kabiraj, 1994: 2991).

Azgelişmiş ülkelere göre, yenilik yapanlara ve mucitlere yaptıkları yenilikler ve icatlar dolayısıyla tanınan fikir mülkiyet hakları, sahiplerine, gelişme çabalarını köstekleyen bir tekel sağlayarak, yoksulluğun sürmesine ve milli gelirinin düşmesine neden olmaktadır. Bu görüşten hareketle, yeni bilgilere ve fikirlere ulaşmanın mümkün olabilecek en düşük maliyetle gerçekleşmesi gerektiğini ileri sürmektedirler. Onlara göre, yenilik ve icat yapanlara, yenilik ve icat yapmaya yönelik motivasyon sağlayacak, yeni teknolojileri geliştirmeye çalışanların aldıkları riskleri ve yaptıkları yatırımları karşılayacak ölçüde bir kazanç elde etme olanağı tanınmalıdır (Kabiraj, 1994: 2991).

Azgelişmiş ülkelerde, fikri mülkiyet korumasının yüksek bir maliyeti olduğuna ilişkin tartışmalar sürmektedir. Bazı ülkeler, fikri mülkiyet korumasının sonucu olarak fiyatların daha çok yükseleceğinden kaygı duymaktadırlar. Buna karşılık olarak, ekonomik yapıda fiyat yükseltme eğilimini sınırlayacak dinamik rekabet güçlerinin ortaya çıkacağı ve bu bağlamda yaratılacak yeni ürünlerle fiyat artışlarının dengeleneceği ileri sürülmektedir. Ayrıca, fikri mülkiyet koruması sayesinde; yenilikler yapma, daha gelişmiş ürünler üretme ve eski ürünlere yeni kullanım alanları yaratmak üzere araştırmalar yapma yönünde motivasyon sağlanacağı belirtilmektedir. Yine bazı azgelişmiş ülkeler de, etkin bir fikri mülkiyet koruma düzeni kurdukları takdirde, bunun yerli endüstri üzerinde engelleyici olumsuz etkisi olacağını iddia etmektedirler. Bu çerçevede patent ihlallerini rasyonalize etmek için, böyle bir davranışın ulusal endüstrinin gelişmesini teşvik etmek bakımından gerekli olduğunu savunmaktadırlar. Azgelişmiş ülkelerin ileri sürdüğü bu argümana yanıt olmak üzere; mal ve hizmetlerin serbest ve güvenli bir şekilde akışını engelleyen politikaların ulusal sınırları aşacağı ve sonuçta yerli firmalara ve endüstrilere de zarar vereceği belirtilmektedir. Ayrıca, ulusal bir patent sisteminin, ülkeye teknoloji transferini kolaylaştıracağı, yerli firmaların bu teknolojiyi kullanarak girişim yeteneği ve deneyim kazanacakları, patentler ve markalar sayesinde dünya çapında tanınacakları ileri sürülmektedir (Rapp ve Rozek, 1996: 90-9).

Birçok azgelişmiş ülke, istenen düzeyde fikri mülkiyet korumasını kabul etmeleri halinde; bunun gelişmiş ülkelere yarayacağından ve yerli firmaların, aleyhlerine işleyecek sınırlayıcı ve engelleyici hükümler taşıyan lisans sözleşmeleriyle yüz yüze geleceğinden çekinmektedir. Buna karşılık olarak; lisans sözleşmelerine konan sınırlandırıcı hükümlerden birçoğunun makul sebepleri olduğu ileri sürülmektedir. Buna örnek olarak, üretim sürecinde belli girdilerin kullanılması zorunluluğu getiren hükümlerin ve kalite kontrolüne ilişkin koşulların tüketiciler açısından önemli bir güvence oluşturacağından söz edilmektedir. Ayrıca, fikri mülkiyet koruması olsa da olmasa da, lisans sözleşmelerinin bazı sınırlandırıcı hükümleri taşıyacağı belirtilmektedir (Rapp ve Rozek, 1990: 101).

Gelişmiş ülkelere göre, ekonomik gelişme ile fikri mülkiyet koruması arasında önemli ve anlamlı bir ilişki vardır. Güçlü fikri mülkiyet korumasına sahip olan ülkeler, aynı zamanda dünyanın en gelişmiş ülkeleridir. Bilgi ve fikirler, ekonomik açıdan değerli bi metadır. Teknoloji transferi yoluyla elde edilecek kazanç, ulusal gelirin önemli bir bileşenidir. Daha sıkı bir fikri mülkiyet koruması talep eden bu ülkeler, yetersiz koruma düzeyinin serbest ticaret hedefine ulaşmayı güçleştireceğini, yenilik yapma şevkini kıracağını, daha düşük nitelikte üretime yol açacağını, rekabeti olumsuz etkileyeceğini ve tüketicilerin katlanacağı maliyeti yükselteceğini ileri sürmektedirler (Giunta ve Shang, 1997: 62). Azgelişmiş ülkelerin yeterli düzeyde bir fikri mülkiyet koruması sayesinde, gelişmiş Kuzey ülkelerinin bilgi ve tecrübesinden yararlanarak, bu ülkelerle olan açıklarını giderek kapatabilecekleri, bizzat kendi başlarına ekonomik kalkınma sürecini başlatabilecekleri, uluslarötesi şirketlerin gelişmiş ülkelerden azgelişmiş ülkelere bilgi ve teknoloji transferinde önemli roller oynayabileceği belirtilmektedir (Kabiraj, 1994: 2991).

Kabiraj?a (1994) göre, patentler; bir yandan mucitlere yapmış oldukları icatları kullanma, devretme ve satma konusunda bir tekel halkı sağlarken, diğer yandan söz konusu icatlar veya yenilikleri kamuya açma yükümlülüğü getirmektedir. Bu yönüyle patentler, teknolojiyi yaymanın, kamuyla paylaşmanın bir mekanizması olarak işlev görmektedir. Üstelik fikri mülkiyet haklarının sınırlı süreler için koruma getirdiği de gözden kaçırılmamalıdır. Koruma süreleri saptanırken özel ve kamusal çıkarlar arasında denge kurulmalıdır. Çok uzun saptanan sürelerin büyük külfetler getirirken, çok kısa tutulan sürenin de motivasyonu zayıflatacağı unutulmamalıdır. Sonuç olarak; yeni bilgi ve teknolojileri uygulamanın getireceği sosyal yararlar ile tanınan tekel haklarının sosyal maliyeti arasında uygun bir denge kurulmalıdır.

Her ne kadar gelişmiş ülkeler, yeterli düzeyde bir fikri mülkiyet korumasının, teknolojisinin transferini ve yaygınlaşmasını kolaylaştıracağını, böyle bir korumanın hem üretenlerin hem de kullananların yararına olacağını ve sosyo-ekonomik gelişmeye yol açacağını ileri sürmekteyseler de, azgelişmiş ülkelerin kaynak zenginliği, eğitim düzeyi, teknik beceri, araştırma ve geliştirme faaliyetleri, üretim tecrübesi, örgütlenme ve pazarlama yetenekleri, kurumsal yapı, yeni teknolojilere ve fikirlere açıklık gibi hususlar bakımında birbirlerinden oldukça farklı özelliklere sahip oldukları gözden uzak tutulmamalıdır. Çünkü sosyal ve ekonomik gelişme, yukarıda sıralanan değişkenlerin uygun bir birleşimi halinde mümkün olabilmektedir. Bu etkenler, bir yandan azgelişmiş ülkelerin ithal edilen teknolojilerden daha fazla yararlanmalarını, bunları benimsemelerini, taklit etmelerini ve daha da geliştirmelerini belirlerken, diğer yandan uygun bir çevre veya ortamın yokluğunda, tasarruf yapmalarını, sermaye birikimi sağlamalarını ve modern teknolojilere sahip olmalarını sınırlamaktadır (Kabiraj, 1994: 2990). Üstelik gelişmiş Kuzey ülkeleri dünya ticaretinden daha fazla pay alırken, azgelişmiş Güney ülkeleri daha az pay almaktadır. Sadece gelir bakımından değil, birçok bakımdan eşitlikçi olmayan bir dünya düzeninde; bir örnek fikri mülkiyet koruma sisteminin, sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel, teknolojik ve psikolojik koşullar bakımından birbirlerinden oldukça farklı tüm ülkelerde benzer sonuçları vereceğini beklemek gerçekçi değildir.

Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü?nden Dünya Ticaret Örgütü?ne Fikri Mülkiyet Hakları
Azgelişmiş ülkeler ile gelişmiş ülkeler arasında, diğer konularda olduğu gibi, Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (WIPO) ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO)?nun fikri mülkiyet korumasındaki yeri ve rolü konusunda da derin görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Bu konuya ilişkin tartışmalara geçmeden önce, söz konusu örgütlerin tarihsel gelişimine kısaca göz atmak, konunun daha iyi anlaşılması bakımından uygun olacaktır.

Gerek WIPO gerekse WTO, uzun bir gelişmenin sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Onsekizinci yüzyıldan başlayarak birçok Avrupa ülkesinde ortaya çıkan kanunlaştırma hareketleri, fikrî ve sinaî mülkiyeti sadece ulusal sınırlar içinde korumuştur. Oysa, fikri ve sinaî mülkiyete konu olan eser ya da ürünler, ülke sınırlarını kolaylıkla aşan hızlı bir yayılma özelliğine sahiptirler. Bilimsel ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak, fikrî mülkiyete konu ürünlerin yayılma alanı ve hızı giderek artmıştır. Özellikle iletişim ve ulaşım teknolojisindeki gelişmeler, ülke sınırları ile yetinen bir hukukî koruma sisteminin yetersizliğini ortaya çıkarmıştır. Uluslararası çapta bir hukuki korumanın gerektiğini anlayan ülkeler, önce kendi aralarında yaptıkları ikili sözleşmelerle sorunu aşmaya çalışmışlar, bunun da yeterli olmadığını fark ederek, 1883 yılında endüstriyel mülkiyet haklarına ilişkin çok taraflı ?Paris Sözleşmesi?ni ve 1886 yılında fikir ve sanat eserleri hakkında ?Bern Sözleşmesi?ni akdetmişlerdir. Söz konusu sözleşmelerle uyulması zorunlu bazı minimum standartlar getirilirken, birçok hususun ilgili ülkelerin ulusal mevzuatlarınca düzenleneceği ilke olarak benimsenmiştir. Ayrıca her iki sözleşme kapsamında, fikir ve endüstriyel mülkiyet sahiplerinin haklarını uluslararası düzeyde koruma amacına yönelik olarak ayrı ayrı iki idarî büro kurulmuştur (Yüksel, 2001: 245-48). Söz konusu, büroları bünyesinde barındırmak üzere 1893 yılında oluşturulan ?Birleşmiş Uluslararası Büro?ya yeni bir kimlik ve işlerlik kazandırmak üzere 1967?de imzalanan Stockholm Sözleşmesi ile WIPO kurulmuştur. WIPO, 1974 yılından itibaren Birleşmiş Milletler Örgütü?nün uzman bir kuruluşu olarak görev yapmaya başlamıştır (Beşiroğlu, 1999: 13).

WIPO?nun amacı; hem endüstriyel mülkiyet haklarını hem de telif haklarını kapsayacak şekilde, fikri mülkiyet korumasını ve bu konuda ülkeler arasında işbirliğini desteklemektir. WIPO, aynı zamanda azgelişmiş ülkelere hukuksal ve teknik hizmet desteği vererek, bu ülkelerin ihtiyaçlarına ve dünya ticaret sisteminin gereklerine uygun fikri mülkiyet düzenlerinin oluşturulmasına yardımcı olmaktadır (Alikhan, 1993: 219).

Süreç içerisinde yukarıda sözü edilen çok taraflı sözleşmeler yoluyla ve WIPO himayesinde sağlanmaya çalışılan koruma sisteminin, yeni gelişmelere yanıt vermekte zorlanarak giderek etkinliğini kaybetmeye başladığı gözlenmiştir. Bu konuda, özellikle endüstrileşmiş Batı ülkelerinin tutum ve davranışları belirleyici olmuştur.

Günümüzde fikri mülkiyet, ekonomik ve ticari boyutları öne çıkan uluslararası bir mesele haline gelmiştir. Milyarlarca dolar değerinde bilgisayar programlarının, patentlerin, markaların, endüstriyel tasarımların, filmlerin, müzik eserlerinin, bilimsel ve edebi eserlerin, izinsiz, telif ücreti ödenmeksizin, sahtecilik, taklitçilik ve korsan yayıncılık yoluyla üretilip pazarlanmakta olduğu görülmektedir. Bu sorunlarla yüz yüze gelen kişiler ve firmalar, dünya çapındaki yetersiz fikri mülkiyet koruma düzeylerinden yakınmalarını giderek yüksek sesle dile getirmektedirler. Dam (l994:188-90)a göre, fikri mülkiyet alanındaki yetersiz koruma düzeyi, dünya ticaretini bozucu etki göstermektedir. Çünkü, fikri mülkiyet hukuku ile korunması gereken ürün ve hizmetler, bundan böyle dünya ticaretinin önemli bir oranını oluşturmaktadır. Özellikle son yirmi yılda, fikri mülkiyet kritik bir ticari mesele halini almıştır. Kendi ulusal zenginliklerinin ve gelirinin sahte ve taklit mallarla denizaşırı ölçekte aşındırıldığını fark eden gelişmiş ülkeler, yeni bir koruma düzenini oluşturmak konusunda harekete geçmişlerdir. Bu ülkelere göre, fikri mülkiyet, ulusal servet ve gelirin önemli bir kaynağı olup; hem bu nedenle, hem de uluslararası düzeyde ekonomik ve ticari rekabeti sağlamak bakımından Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) kapsamına alınmalıdır. (Yüksel, 2001:250-51).

Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa ülkelerinin öncülüğünde, dünya ticareti önündeki engelleri kaldırarak, uluslararası düzeyde ortak bir ticaret düzenini oluşturmak amacıyla GATT sözleşmesi 1947?de akdedilmiştir. Başlangıçta gümrük tarifeleri ile birlikte uluslararası ticareti sınırlayan tarife dışı engellerle ilgilenen GATT, l970?li yıllarda ortaya çıkan döviz kuru, petrol krizi, sermaye birikimi krizi gibi küresel çapta etkide bulunan sorunlarla baş edememiştir. Kısacası bir anlaşma niteliğinde olan GATT, bu ihtiyaca cevap verememiştir. Bu dönemde; karar alabilen, kural koyabilen, gerektiğinde bu karar ve kuralları yaptırımlarla hayata geçirebilen, merkezileşmiş yönetime sahip bir örgütlenmeye ihtiyaç duyulmuştur. Bunun üzerine, GATT himayesinde 1986?dan başlayıp 1993?de tamamlanan Uruguay Round görüşmeleri sonucunda 15 Nisan 1994 tarihinde imzalanan ?Nihai Senet? ile Dünya Ticaret Örgütü (WTO) kurulmuştur (Yüksel, 2001: 156-57). WTO?nun ilgili alanına; mevcut imalat sanayi ürünlerine ilave alarak; tarım, hizmetler ve fikri mülkiyet hakları da dahil edilmiştir. 28 anlaşmayı bünyesinde barındıran ?Nihai Senet?in kapsamında ?Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Sözleşmesi (TRIPS)?de bulunmaktadır. WTO ve TRIPS bağlamında, daha kapsayıcı ve zorlayıcı bir fikri mülkiyet koruma sisteminin temelleri atılmış; ortak standartlar, prosedürler ve uyuşmazlık çözüm mekanizmaları getirilmiştir.

Azgelişmiş ülkeler, fikri mülkiyet koruması bakımından WIPO?nun himayesinde sürdürülen çok taraflı görüşmeleri tercih etmektedirler. Bu ülkelere göre, GATT çerçevesinde geliştirilen koruma sistemleri ve mekanizmaları, azgelişmiş ülkelerin ulusal kalkınma politikaları üzerende kontrol edilemeyecek sonuçlara yol açacaktır. Fikri Mülkiyet düzenlemesine ilişkin GATT önerilerini, gelişmiş ülkelerin, azgelişmiş ülkeleri ve uluslararası pazarı kontrol altına alarak, ekonomik hegemonyalarını genişletmelerinin bir aracı olarak değerlendirmektedirler. Bu bağlamda; dayanamayacakları yükler altına gireceklerinden ve altından kalkamayacakları lisans bedelleriyle yüz yüze geleceklerinden kaygılanmaktadırlar. Bu görüş ve düşüncelerden hareketle, her ulusa nispeten büyük ölçüde kendi başına karar alma alanı bırakan ve değişik nitelikte uygulamalara olanak tanıyan WIPO himayesindeki çalışmalara daha yakın durmaktadırlar (Stanberry, 1990: 38).

1960?lı yıllarda çoğu bağımsızlığını yeni kazanmış olan azgelişmiş ülkelerin temel sorunu, geri kalmış bir ekonomik yapıya sahip olmalarıydı. Çok düşük bir endüstrileşme düzeyine sahip bu ülkeler, ulusal kalkınma çabaları için şiddetle ihtiyaç duydukları teknolojiden ve sermaye birikiminden yoksundular. Bu ülkelerin ihracatının %91?ni hammaddeler oluştururken, ancak %8?ini işlenmiş mamuller oluşturabiliyordu. Başka bir deyişle hammadde ihracatı, yoksul Güney ülkelerinin hayat damarını teşkil ediyordu. Zengin Kuzey ülkelerinin bu konudaki korumacı politikaları, Güney ekonomilerine ve ticaretine zarar veriyordu. Bu sorunlara çözüm getiremeyen GATT?a güven duymuyorlardı. Çünkü bütün devletlerin eşit oldukları varsayımından hareketle düzenlenen GATT kuralları, Kuzey-Güney çatışmasına yol açan eşitsiz sosyal ve ekonomik yapıları hesaba katmıyordu. Bu dönemde 77?ler grubu olarak organize olan Üçüncü Dünya Ülkeleri, mevcut uluslararası düzeni sorgulayıp yeni bir uluslararası ekonomik düzene ilişkin taleplerini yükseltiyorlardı. Bu konudaki eleştirilerini, görüşlerini ve önerilerini dile getirme formu alarak, kendilerine daha yakın buldukları Birleşmiş Milletleri (BM) ve özellikle Birleşmiş Milletler Ticaret ve Gelişme Konferansı (UNCTAD)?nı kullanıyorlardı (Awuku,1994:75-6).

Gelişmiş ülkeler, 1967?de kurulan WIPO?nun yeni standartlar geliştirme ve uyuşmazlıkları çözme konusunda herhangi bir başarı kaydedemediğini ve bu durumun önemli ölçülerde ticari menfaat kaybına yol açtığını ileri sürerek, fikri mülkiyetin GATT kapsamına alınması konusunda yoğun çaba harcamışlardır. İlk kez 1947?de aktedilen GATT sözleşmesi, mamul maddelerin uluslararası düzeyde ticari akışı üzerinde yoğunlaşıyordu ve fikri mülkiyete ilişkin herhangi bir hüküm içermiyordu. Başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkeler, bu konuyu ilk kez 1978-1979 yıllarında gerçekleşen Tokyo Round görüşmelerinde gündeme getirdiler, ancak herhangi bir sonuç alamadılar. Ardından 1986?da başlayan Uruguay Round görüşmeleri sırasında tekrar gündeme getirdiler. Başlangıçta görüşme gündeminde marjinal bir yere sahip olan fikri mülkiyet konusu, zamanla görüşmelerin esas ekseni haline geldi (Bronckers, 1994:1245). Özellikle bu konuda Kuzey ile Güney ülkeleri arasındaki derin görüş ayrılıklarından dolayı, söz konusu görüşmeler ancak 1993 yılının sonunda tamamlanabildi ve fikri mülkiyete ilişkin TRIPS sözleşmesi ?Nihai Senet?teki yerini aldı.

Özellikle 1980 yılından sonra, gelişmiş ülkelerin dünya çapında etkin bir fikri mülkiyet koruması konusundaki ısrarlarının ve baskılarının temelinde, açık bir şekilde, her şeyden önce, kendi ulusal menfaatleri vardı. Bu ülkeler fikri mülkiyete konu olabilen bilgisayar yazılımı, mikro elektronik, eğlence endüstrisi, kimyasallar, ilaçlar ve biyoteknoloji gibi alanlarda büyük ilerleme kaydetmişlerdi. Özellikle azgelişmiş ülkelerdeki yetersiz koruma düzeyi nedeniyle büyük ekonomik ve ticari kayıplara uğradıklarını düşünmekteydiler. Onlara göre, yetersiz koruma düzeyleri, ihracatın önünde bir engel oluşturuyordu ve bunun yerini yerel düzeydeki korsan üretim dolduruyordu. Sahtecilik, taklitçilik ve korsanlık etkinliklerine yerel düzeyde gösterilen tolerans, gelişmiş ülkeleri azgelişmiş ülkelerden sağlayabilecekleri lisans gelirlerinden de yoksun bırakıyordu. Ayrıca söz konusu etkinlikler, daha ucuz iş gücüne ve diğer avantajlara ulaşma olanağını ortadan kaldırarak, gelişmiş ülkelerin ve firmalarının azgelişmiş ülkelerde yatırım yapmalarını caydırıyordu (Bronckers, 1994:1247).

Kuzey-Güney kutuplaşması, hiçbir zaman 1980 sonrası fikri mülkiyet hakları üzerinde devam eden tartışmalardaki kadar öne çıkmamıştır. GATT şemsiyesi altında yürütülen Uruguay Round çok taraflı ticaret görüşmelerine fikri mülkiyetin dahil edilmesi, azgelişmiş ülkeler tarafından büyük tepkilerle karşılandı. Bu ülkeler, gündeme getirilen hususları, zengin Kuzey ülkelerinin çıkarları doğrultusunda hazırlanan bir talepler listesi olarak görüyorlardı ve bunların kabulünün gelişmiş ülkelere mutlak üstünlük sağlayacağını düşünüyorlardı. Aynı şekilde, fikri mülkiyet haklarına ilişkin önerilerin, azgelişmiş ülkelerin uzun vadeli kalkınma performansları üzerinde geniş boyutlu olumsuz sonuçları olacağını ve gelişmiş ülkelere olan bağımlılıklarını daha da artıracağını ileri sürüyorlardı. Gelişmiş ülkeler ise, fikri mülkiyet haklarının ticaretle yakından bağlantılı olduğunu, yetersiz ve etkin olmayan fikri mülkiyet korumasının sahte ve taklit mal üretiminde artışa yol açtığını ve bunun da dünya ticaretinin serbest akışını engellediğini belirterek, belirlenen ortak normların ve standartların bütün GATT üyelerince uygulanması gerektiğini ileri sürüyorlardı (Kabiraj, 1994:2990)

1980?li yıllarda azgelişmiş ülkeler, bütçe açıkları, dış borçlar ve ödemeler dengesinde bozulma gibi giderek derinleşen sorunlarla yoğun bir şekilde yüz yüze geldiler. Bu sorunları aşmak için uluslararası para fonu (İMF) ve Dünya Bankası?ndan borç almaya zorlandılar ve bu bağlamda söz konusu kurumlarca kendilerine dayatılan yapısal uyum programlarıyla kuşatıldılar. Güney ülkeleri, böylesine ağır problemlerle uğraşırken, gelişmiş Kuzey ülkeleri GATT himayesinde Uruguay Round görüşmelerini başlattılar. Kuzey-Güney görüşmelerinin genel platformu olan BM ve UNCTAD geri plana itildi. Bu amaç için, tıpkı IMF ve Dünya Bankası gibi zenginler kulübü kimliği ağır basan GATT seçildi. Çünkü azgelişmiş ülkeler, BM ve UNACTAD?da olduğu gibi, burada örgütlenmiş olma avantajına sahip değildi. Aslında GATT, fikri mülkiyet konusuna yabancıydı. GATT?ın asıl amacı, uluslararası mal ticaretinin serbest akışını teşvik etmekti. Kısacası fikri mülkiyet koruması, GATT?ın ruhuna ve işlevine uygun değildi. Buna rağmen, gelişmiş ülkeler fikri mülkiyetin ticaretle yakından bağlantılı olduğunu ileri sürerek, kendi yaklaşımlarını meşrulaştırmaya çalıştılar (Kabiraj, 1994:2990).

Güney ülkeleri, Uruguay Round görüşmelerinin başlamasını, ilkin Kuzey-Güney diyalogunun yeniden canlandırılmasının bir formu olarak gördüler ve bu çerçevede borçlar, mamul madde fiyatları, teknoloji transferi, uluslarötesi şirketlerin sınırlandırıcı etkinlikleri ve tarife dışı ticaret engelleri hakkında görüşmeler yapmayı umut ettiler. Ancak gelişmeler, azgelişmiş ülkelerin beklentisi doğrultusunda gerçekleşmedi. Tarım, tekstil, hizmetler yanında fikri mülkiyet hakları da görüşmelerin gündemine alındı. Güney?e göre, fikri mülkiyet haklarını tartışma bakımından en uygun forum WIIPO?ydu. Kuzey ise, bu konuda en uygun formun GATT olduğunu ileri sürüyordu. Onlara göre, fikri mülkiyet haklarının etkin korunması açısından WIPO yetersiz kalıyordu (Awuku, 1994:75-85).

1994 yılında imzalanan ?Nihai Senet? kapsamındaki tüm sözleşmeler, TRIPS?de dahil olmak üzere, tek bir paket ya da bütün oluşturuyordu. Getirilen yeni düzenlemelere kısmen katılmak söz konusu değildi. Tümüne katılmak zorunluydu. Üstelik söz konusu sözleşmelerin herhangi bir hükmüyle ilgili olarak diğer üyelerin izni olmadan çekince de konamıyordu. Böylece GATT çerçevesinde; ticaretin liberalleştirilmesine yönelik girişim, kapsamına fikri mülkiyet haklarını da almış ve bu bağlamda TRIPS ortaya çıkmıştır. WTO?yu da kuran ?Nihai Senet?in tarafı olan bütün ülkeler için bir örnek standartlar ve uygulama prosedürleri getirilmiştir (Drahos, 1997:2001). TRIPS, fikri mülkiyet haklarının korunması açısından uyulması zorunlu standartlar yanında; üye ülkelerin yükümlülükleri, şeffaflık, uyuşmazlıkların önlenmesi ve çözümlenmesi gibi hususlarda da ayrıntılı hükümler getirmiştir. Fikri mülkiyet haklarının korunmasına ilişkin olarak daha zorlayıcı, egemenliği kısıtlayıcı ve ulusal hukuk düzenlerini homojenleştirici bir nitelik taşıyan TRIPS sözleşmesi ?ulusal işlem yapma? ve ?en çok kayrılan ülke? ilkelerini getirmiştir.

Sözleşmenin 3. Maddesinde hükme bağlanan ?ulusal işlem yapma ilkesi?ne göre, TRIPS sözleşmesine taraf olan bir ülke, fikri mülkiyet koruması bakımından kendi vatandaşlarına tanıdığı haklardan ve sağladığı korumadan aynı şekilde diğer taraf ülke vatandaşlarını da yararlandırmak zorundadır.

Sözleşmenin 4. Maddesinde düzenlenen ?en çok kayrılan ülke ilkesi?ne göre ise, başka bir ülkenin vatandaşlarına sağlanan herhangi bir avantaj ya da ayrıcalık, derhal ve ön şartsız olarak sözleşmeye taraf tüm ülkelerin vatandaşlarına da sağlanacaktır.

Sonuç olarak denebilir ki; TRIPS Antlaşması, fikri mülkiyetin korunması bakımından oldukça önemli bir gelişmeyi yansıtmaktadır. Fikri mülkiyete ilişkin, Paris ve Bern sözleşmeleri gibi daha eski anlaşmalar, bazı standartlar getirmekle birlikte, bunları bağlayıcı yada emredici kılma konusunda herhangi bir hüküm taşımamaktadırlar. TRIPS?e taraf olan devletler ise, bu sözleşmenin içerdiği emredici standartları ve prosedürleri kendi ulusal hukuk düzenlerinde uygulama yükümlülüğü altına girmişlerdir (Evans, 1994:138-41).

Sonuç
Son yıllarda, fikri mülkiyetin modern ekonomi politikasının köşe taşlarından birisi olduğu; yaratıcı ve yenilikçi etkinlikleri teşvik ederek bilimsel ve teknolojik gelişmeye katkıda bulunduğu, uluslararası ticaret ve yatırım kararlarını etkileme gücüne kavuştuğu sıkça dile getirilmektedir. Başka bir deyişle, ekonomik gelişme sürecinde ve uluslararası ticaret alanında fikri mülkiyet haklarının rolü hakkında çok canlı tartışmalar yapılmaktadır. Bu çerçevede; politikacılar, akademisyenler, tacirler ve sanayiciler, fikri mülkiyet korumasının kapsamı ve içeriğiyle yakından ilgilenmektedirler.

Gelişmiş ülkeler ile azgelişmiş ülkeler arasındaki çatışmalar ve görüş ayrılıkları, fikri mülkiyetin korunması konusunda yoğunlaşmaktadır. Yeni teknolojileri kolay ve ucuz şekilde transfer etmeyi, ulusal ekonomik kalkınmalarının temel amacı olarak kabul eden azgelişmiş ülkeler, daha esnek bir fikri mülkiyet koruma düzeninden yana tavır alırlarken, fikri mülkiyete konu ürün ve hizmetleri ulusal zenginliklerinin ve gelirlerinin esaslı kaynaklarından biri olarak değerlendiren gelişmiş ülkeler, gerek ulusal düzeyde gerekse uluslararası ölçekte daha sıkı bir koruma düzeninin gerekli olduğunu ileri sürmektedirler.

Bugün fikri mülkiyetin konusunu oluşturan sinema eserleri, bilgisayar programları, icatlar, endüstriyel tasarımlar ve entegre devre topografyaları, ekip halinde yapılan ve çok büyük ölçülerde emek, zaman ve para harcanarak yaratılabilen ürünler niteliğindedirler. Bu konuda külfet altına giren firmalar ve gruplar, harcamalarının ve emeklerinin karşılığını almaları gerektiğini, aksi halde araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin zayıflayacağını ve bundan da bütün ülkelerin zarar göreceğini savunmaktadırlar. Buna karşılık azgelişmiş ülkeler, fikri mülkiyet koruması sayesinde dünya ekonomisinde tekelci nitelikte konumlar edinen gelişmiş ülkeler ve firmalar yüzünden, yeni fikirlerden ve teknolojik gelişmelerden yararlanmak için büyük bir bedel ödemek zorunda kaldıklarını, bütçe açıkları, dış borçlar ve ödemeler dengesindeki problemler nedeniyle zaten çok zor durumda olduklarını, bu bağlamda adaletsiz bir ekonomik ve ticari gerçekle yüz yüze bulunduklarını düşünmektedirler.

Fikri mülkiyet kapsamındaki değerlerin, geleneksel üretim faktörleri yanında, küresel ekonominin temel öğeleri arasındaki yerini aldığı bir dönemde, fikri mülkiyet korumasına tamamen karşı çıkmak hem mümkün görünmüyor hem de gerçekçi değildir. Çünkü karşılıklı etkilerin ve tepkilerin giderek hızlandığı ve yoğunlaştığı bir dünyada yaşamaktayız. Örneğin, azgelişmiş ülkeler, daha zayıf ya da gevşek bir patent politikası izledikleri takdirde, yeni teknolojileri ellerinde bulunduran firmalar savunmaya geçerek daha sert ve katı önlemlere başvurmaktadırlar ve bu tür politika güden ülkelere yönelik yatırım ve ticaret kararlarında olumsuz bir pozisyon alabilmektedirler. Böylesi savunma refleksleri, zayıf koruma sisteminin getireceği kazançları azaltıp tamamen ortadan kaldırabilir. Gelişmiş ülkelerin daha sıkı koruma düzeylerine ilişkin talepleri ise, azgelişmiş ülke girişimcilerinin taklit ve kopya üretime yönelmelerine yol açarak, bekledikleri menfaatlere ulaşmalarını engelleyebilir (Taylor, 1993: 637). Günümüzde milyarlarca dolar değerinde olduğu bildirilen fikri mülkiyet konusu ürünlerin; sahtecilik, taklitçilik ve korsan üretim yoluyla çoğaltılıp dağıtılması gerçeği de bu öngörüyü doğrulamaktadır. Bu durumda her iki tarafın da menfaatine olacak orta bir yolun bulunması gerekmektedir.

Zengin Kuzey ile yoksul Güney?in fikri mülkiyet korumasına yönelik yaklaşımlarındaki farklılığın temelinde, hiç kuşkusuz ekonomik gelişme bakımından aralarındaki derin uçurum bulunmaktadır. İngiltere, ABD, Fransa ve Almanya gibi ülkeler, daha sıkı bir fikri mülkiyet koruma sisteminin en güçlü savunucuları olarak ortaya çıkmaktadırlar ve bunu bütün Güney ülkelerine empoze etmektedirler. Bu tutumun gerisindeki gerçeği görmek için şu örneğe bakmak yeterlidir. Bugün, dünyada yaklaşık dört milyon patent vardır. Üçüncü Dünya ülkeleri, bunun sadece %5?i olan 200.000 civarında patente sahiptirler. Üstelik, bunun içinde Üçüncü dünya ülke vatandaşlarının sahip olduğu patent sayısı yalnızca 30.000 civarındadır. Kalan 170.000?ine yabancı uluslarötesi şirketler maliktirler. Ayrıca dünya nüfusunun %75?ini oluşturan Güney ülkeleri, dünya ticaretinde %30, dünya gelirinde ise %20 pay almaktadırlar (Patel, 1993: 214).

Kuzey ile Güney arasında fikri mülkiyet korumasına ilişkin olarak ortaya çıkan görüş ve yaklaşım ayrılığının temelinde bulunan diğer bir etken de, bu ülkelerin fikirlerin ve yeniliklerin sahipliği konusundaki anlayışlarının ve tutumlarının farklı olmasıdır. Güney ülkeleri, fikirler üzerinde mülkiyet olamayacağını, bunların insanlığın ortak kültürel mirasının bir parçası olduklarını ve bu niteliklerden dolayı serbestçe sınırları aşarak akmaları gerektiğini ileri sürmektedirler. Bu yaklaşımın tipik bir örneği; ABD tarafından uygulanan baskı karşısında, Kore Büyükelçisi Kyung-Won Kim?in söylediklerinden görülebilir:

Tarihsel olarak, Koreliler, entelektüel keşifleri veya bilimsel icatları, kendi kâşiflerinin veya mucitlerinin özel mülkiyeti olarak hiçbir zaman görmediler. Yeni düşünceler veya teknolojiler, herkesin serbestçe faydalanabileceği kamu mallarıdırlar. Yaratıcılığın asıl uyarıcısı ya da motivasyonu maddî kazançtan ziyade kültürel saygınlık veya itibar olmuştur (Steidlmeier, 1993: 160-61).

Kim?e göre ABD ve OECD ülkeleri tarafından, fikri mülkiyet haklarına ilişkin olarak sergilenen anlayış, meşru bir anlayış değildir. Özgürlük ve yaratıcılık, salt bireysel bir husus olarak görülemez. Fikrî mülkiyet bir hak olarak görülecekse, ikincil derecede bir hak olarak kabul edilmelidir (Yüksel, 2001a: 105). Kim tarafından sergilenen anlayışa yakın duran Brezilya, bütün baskılara rağmen, kendi sınırları içinde ilaç konusuna ilişkin olarak, herhangi bir patent imtiyazı vermekten kaçınmaktadır. Çünkü hükümet, temel sağlık ürünlerinin patent konusu olmasına ve kendi vatandaşlarının yüksek bedeller ödemesine karşı çıkmaktadır. Arjantin?de benzer tutumlar olan bir başka ülkedir (Stanberry, 1990: 36).

Mae-Wan Ho (2001: 40-1), Dünya Ticaret Örgütünün gözetimi altındaki TRIPS Sözleşmesi?nin temelinde bulunan anlayışın doğal sonucu olarak, sadece Batı bilim tarihi çerçevesinde gerçekleşen yeniliklerin buluş sayıldığını ve yalnızca bunların patent konusu olarak görüldüğünü ileri sürer. Mae-Wan Ho?ya göre, burada bilim, neyin bilimsel olup neyin bilimsel olmadığını belirlemek için sermaye ile kolkola girmekte ve sonuçta herhangi bir icadın buluş olarak tanınması, getireceği ekonomik yeniliğe bağlanmaktadır. Bu bağlamda laboratuar ortamında geliştirilen mikroorganizmalar patent konusu olabilirken, sıradan zekanın ürünü olan, örneğin köylerdeki çiftçilerden veya ormanlardaki kabilelerden gelen her türlü bilgi, fikir ve yenlik patentleme işleminin dışında bırakılmaktadır.

Bettig?e (1996) göre, günümüzde medya sistemleri birkaç uluslarötesi şirketin elinde yoğunlaşmakta, enformasyon ekonomisi genişlemekte ve iletişim sistemlerin üzerindeki kamu kontrolü giderek azalmaktadır. İletişim teknolojilerinin küresel düzeyde yaygınlaşması ve fikri mülkiyet dünyasının büyümesi, açıkça ABD, Avrupa ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerin çıkarınadır. Fikri mülkiyetin GATT ve Dünya Ticaret Örgütü kapsamına alınması, zengin ülkelerdeki uluslarötesi şirketlerin fikri ve sanatsal yaratıcılık üzerindeki kontrollerini yoğunlaştırmalarına yol açmaktadır. Bu çerçevede fikri ve sanatsal ortak değerler, sürekli bir şekilde kapatılıp kuşatılmaktadır. Bilgi ve kültür, özel mülkiyete konu edilerek kapitalist pazarın mantığına tabi kılınmaktadır. Yeni teknolojiler de, iletişim ve enformasyon dünyasının kontrolü üzerindeki temerküzün sürekli kılınmasına hizmet etmektedir.

Sonuç olarak, azgelişmiş ülke hükümetleri üzerindeki baskılar artmaktadır. Üstelik bu baskılar, sadece uluslarötesi şirketlerden ve yabancı hükümetlerden gelmemektedir. Aynı zamanda piyasada tekel niteliğinde konum edinmiş yerel medya kuruluşlarından da kaynaklanmaktadır. Bu baskıların doğal sonucu olarak, onların istedikleri kapsam ve yönde düzenlemeler yapma yoluna gidilebilmektedir.

Kaynakça
Alikhan, Shahid (1993). ?Intellectual Property Rights: The Paris Convention and Developing Countries?. Journal of Scientific and Indusrial Research. 52 (4): 219-224.

Awuku, Emmanuel O. (1994). ?How Do the Result of the Uruguay Round Affect the North-South Trade?? Journal of World Trade. 28 (2): 79-93.

Bettig, Ronald V. (1996). Coprighting Culture: The Political Economy of Intellectual Property. Colorada: Westview Press.

Bronckers, Marco (1994). ?The Impact of TRIPS: Intellectual Property Protection in Developin Countries?. Common Market Law Review. 31 (6): 1245-1281.

Dam, K.W. (1994). ?The Growing Importance of International Protection of Intellectual Property?. Transnational Corporations and National Law. Seymour J. Rubin ve Don Wallace (der.) içinde. New York: Routledge. United Nations Library on Transnational Corporations. C. 19: 188-199.

Drahos, Peter (1997). ?Thinking Strategically About Intellectual Propery Rights?. Telecommunications Policy. 21 (3): 201-203.

Drucker, Peter F. (2000). Gelecek İçin Yönetim: 1990?lar ve Sonrası. Çev., Fikret Üçcan. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Evans, Gail E. (1994). ?Intellectual Property as a Trade Issue?. World Competition Law and Economics Review. 18 (2): 137-180.

Giunta, Tara K. ve Lily H. Shang (1997). ?Traditional Perspective of the Developing World?. International Intellectual Property Law. Anthony D?amato ve Boris E. Long (der.) İçinde. London: Kluwer Law International. 61-2.

Ho, Mae-Wan (2001). Genetik Mühendisliği: Rüya mı Kâbus mu? Çev., Emral Çakmak. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Kabiraj, Tarun (1994). ?Intellectual Property Rights, TRIPs and Techonology Transfer?. Economic and Political Weekly. 29 (47): 2990-2998.

Long, Doris Estelle (1997). ?The Common Heritage of Mankind?. International Intellectual Propery Law. Anthony D?amato ve Daris E. Long (der.) içinde. London. Kluwer Law International. 60-1.

Patel, Surendra (1993). ?Intellectual Property Rights and National Development?. Journal of Scientific and Industrial Research. 52(4): 212-218.

Rapp, Richard T. ve Richard P. Rozek (1990). ?Benefits and Costs of Intellectual Property Protection in Developing Countries?. Journal of World Trade. 24(5): 75-102.

Stanberry, Kurt (1990). ?Piracy of Intellectual Property?. Society. 27 (6): 35-40.

Steidlmeier, Paul (1993). ?The Moral Legitimacy of Intellectual Property Claims: American Business and Developing Country Perspectives?. Journal of Business Ethics. 12 (2): 157-164

Taylor, M. Scott (1993). ?TRIPS, Trade and Technology Transfer?. Canadian Journal of Economics. 26(3): 625-637.

Yüksel, Mehmet (2001). Küreselleşme Ulusal Hukuk ve Türkiye. Ankara: Siyasal Kitabevi Yayını.

Yüksel, Mehmet (2001a). ?Fikri Mülkiyete İlişkin Felsefi Tartışmalar?. Kültür ve İletişim. 4(1): 88-108.








YAZARIN ÖZGEÇMİŞİ

Mehmet Yüksel, Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü ile Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Bilim Dalı?nda ve Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü Kamu Yönetimi Uzmanlık Programı?nda Yüksek Lisans (Master) derecelerini aldı. Ortadoğu Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Ana Bilim Dalı ve Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Ana Bilim Dalı Doktora Programlarını tamamladı.

Halen Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde öğretim üyesi olup, ?Hukuka Giriş?, ?Anayasa?, ?İletişim Hukuku? ve ?Fikri Haklar? derslerini lisans düzeyinde okutmaktadır. Yüksek lisans ve doktora düzeyinde ?Küreselleşme ve Fikri Mülkiyet Hakları? dersi ile ?İletişim Alanında Güncel Hukuki Problemler? dersini vermektedir.

Kurumsal Sosyolojisi, Hukuk Sosyolojisi, Fikri Mülkiyet Hakları, İletişim Hukuku ve İnsan Hakları başlıca ilgi konuları arasında yer almaktadır.

--------------------------------------------------------------------------------

* Yrd.Doç.Dr, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi.


  Yrd.Doç.Mehmet YÜKSEL

SIK SORULANLAR
BİLGİ EDİNME
TÜKETİCİ KÖŞESİ
ÜCRETSİZ AVUKATLIK
HUKUK EĞİTİMİ
 
Üyelik işlemleri
 
K.Adı
Parola
            
      Şifremi Unuttum
      Üye Ol
Hukuk Arama Motoru
Hukuk Anketi
Reklam Alanı







Zirve100